Bağımsızlığın kazanıldığı 1936’dan başlayarak yapılmış bazı filmlerin adları ansiklopedik bilgi olarak sıralanabilirse de Suriye sinemasının asıl olarak 1960’lı yıllardan itibaren özel kuruluşların yanına devlet sektörünün de eklenmesiyle ulusal kimlik kazanmaya başladığı söylenebilir. 1963’te kurulduğunda özellikle genç sinemacılara el uzatmak gibi bir strateji benimseyen Suriye Devlet Sinema Merkezi’nin çalışmaları, yılda ortalama bir-iki film üretilmesine rağmen 1980’lere gelindiğinde uluslararası film festivallerinde dikkat çekmeye başlayan kimi filmlerle meyvesini verdi. Bu yıllarda Tevfik Salah, Ömer Amiralay gibi isimlerin yanı sıra ikisi de Moskova’da sinema eğitimi görmüş Samir Zikra ve Muhammed Malas gibi yönetmenler de ülkenin en tanınmış ve yetenekli sinemacıları olarak dünyaya açıldılar. Devletin bizzat el atmasına kadar daha çok Mısır sinemasının yörüngesinde kalan ve sürgündeki Mısırlı sinemacıların çalışmalarına çok şey borçlu olan Suriyeli sinemacılar, Sovyetler Birliği ve bazı Doğu Avrupa ülkeleriyle birlikte Fransız sinemasından da etkilenerek ağır ama sağlam adımlar attıkları bir yedinci sanat yürüyüşüne başladılar.
İstanbul’da Suriye filmleri
Seyrettiğim Suriye yapımı ilk film, 1985’te İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde gösterilen, Muhammed Malas’ın yönettiği “Şehrin Düşleri” (Ahlam Al Medina) oldu. Babasının ölümü üzerine, yaşadığı köyü terk edip annesi ve kardeşiyle birlikte Şam’a giden bir gencin 1950’lerin Suriye’sinde geçen öyküsü, ülkedeki ve Ortadoğu’daki politik değişimler, İsrail savaşı, Arap Birliği oluşturma çabalarıyla paralellik içinde aktarılıyordu ve Malas bu ilk uzun metraj çalışmasında gerçekten harika iş çıkarmıştı. O güne dek Suriyeli sinemacı olarak yalnızca, Hz. Muhammed’in yaşamını anlatan “Çağrı”nın (1974) ve “Çöl Aslanı Ömer Muhtar”ın (1981) yönetmeni olan, sinema çalışmalarını yapımcı olarak ABD’de sürdüren ve 2005’te El Kaide’nin Amman’da düzenlediği bombalı saldırıda kızıyla birlikte yaşamını yitiren Mustafa Akkad’ı iyi tanıyordum. “Şehrin Düşleri” Suriye sinemasına yönelik ilgimi ve epeyce artırdı, devamı yine İstanbul Uluslararası Film Festivali sayesinde geldi.
Samir Zikra’nın, Moskova Konservatuar’ından mezun olduktan sonra ülkesindeki müzik anlayışının geliştirilmesi için çalışan bir sanatçıyı anlatan “Gelecek Yılın Olayları” (Vaka-i El’am el Mukbil, 1986)… Usama Muhammed’in, çifte düğün ekseninde aile birliğini öyküleyen “Gündüz Yıldızları” (Noujoum An’Nahar, 1988)… Abdüllatif Abdülhamid’in sevinç dolu komedisi “Çakal Geceleri” (Layali Ibn Awa, 1989)… Gene Muhammed Malas’ın 1967’deki İsrail savaşı sırasında yanmış yıkılmış bir kentte geçen otobiyografik esintiler barındıran öyküsü “Gece” (Al Leil, 1992)… Ve gene Usama Muhammed’in 14 yıl aradan sonra yaptığı ikinci filmi “Dünya Sandığı” (Sanduka Al-Dunya, 2002)… Abdüllatif Abdülhamid’in müzikle uğraşan bir baba ve altı oğlunu anlattığı “Eylül Yağmuru” (Matar Ayloul, 2010) gibi yapımlar, sayısal olarak çok fazla film üretilmeyen Suriye sinemasının en seçkin ve nitelikli örnekleri olarak belleğime kazınmış durumda son 25 yılda.
Şam’da Türk filmleri
Başlangıç yılı olan 1979’dan itibaren Suriye devletinin himayesinde her iki yılda bir, 2007’den itibarense her yıl gerçekleştirilen Şam Uluslararası Film Festivali, son olarak 2010’da 18. kez düzenlendiğinde Türk sinemasına özel bir bölüm ayrılmış, Türkan Şoray onur konuğu olarak festivale davet edilmişti.
Şoray beş gün kaldığı Şam’da Suriye Kültür Bakanlığı ve Sinema Genel Müdürlüğü yetkilileriyle birlikte basın toplantısı düzenlemiş, yaşamından ve filmlerinden kesitlerin aktarıldığı bir sinevizyon gösterisini ve ünlü “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmini Suriyeli sinemaseverlerle birlikte seyretmişti. Suriye Kültür Bakanı Riyad İsmet’in festivale katılımından dolayı verdiği ödülü kabul ederken yaptığı konuşmada dost ve komşu ülke Suriye’de bulunmaktan dolayı çok mutlu olduğunu belirten Türkan Şoray, “Sanat, özellikle de sinema, insanları, ülkeleri birbirine yaklaştırır, kaynaştırır. Bu gece sinemanın bu mucizesini yaşıyoruz. En büyük arzum, Suriye’de bir film çekmek” demişti.
İstanbul Film Festivali direktörü Kerem Ayan’ın uluslararası yarışma jürisinde yer aldığı 2010 festivalinde Türkiye’ye ayrılan programda Yılmaz Güney’in “Umut”, Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun”, “İklimler”, “Uzak”, “Mayıs Sıkıntısı”, Semih Kaplanoğlu’nun “Bal” ve “Süt”, Derviş Zaim’in “Cenneti Beklerken”, Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum”, Yılmaz Erdoğan’ın “Neşeli Hayat”, Mehmet Eryılmaz’ın “Hazan Mevsimi” filmleri de gösterilmiş, Reha Erdem’in “Kosmos”u ise uluslararası yarışma bölümündeki 24 filmden biri olmuştu. Ayrıca Türk sinemasının meslek örgütlerinden çok sayıda temsilci de Suriyeli sinemacılarla buluşmuş, işbirliği olanakları değerlendirilmişti.
İki ülke sinemacıları arasında yaşanan bu sıcak havanın öncesi de vardı kuşkusuz. Süha Arın’ın çektiği “Tahtacı Fatma” belgeselinin 1979’da ikincilik ödülü Gümüş Kılıç’ı kazandığı Şam Uluslararası Film Festivali, 1984’te Şerif Gören’in “Derman” filmini en iyi yapıta verilen Altın Kılıç ödülüne değer görmüştü.
1987’de İsmail Güneş’in “Güneş Doğmadan Önce” ve Yusuf Kurçenli’nin “Merdoğlu Ömer Bey” filmleri festival kapsamında Türk sinemasını temsil ettiler.
2005’te Yavuz Turgul’un “Gönül Yarası” Suriyeli sinemaseverlerle buluştu, 2008’de açılış filmi olarak Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun”u gösterildi.
Kısacası Şam Uluslararası Film Festivali, sinema sanatının evrensel boyutunun yanı sıra Suriye ve Türkiye arasındaki yakın ilişkilerin canlandırılması için de iyi bir ev sahipliği yapmıştı günümüzden 10 yıl önce.
Kültür merkezleri kurulması kararı
Anımsanacağı gibi Fenerbahçe futbol takımı 2007 yılının mart ayında Halep Olimpiyat Stadı’nın açılışı için Suriye’ye giderek Al İttihad takımıyla 2-2 biten bir dostluk maçı yapmış, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan karşılaşmayı birlikte izlemişti. Hatta maç sırasında Esad’ın Fenerbahçe’yi, Erdoğan’ın Al İttihad’ı destekleyeceği bile iddia edilmişti.
Aynı biçimde, dönemin kültür bakanı Ertuğrul Günay 2011’in ocak ayında Suriye’de mevkidaşı Riyad İsmet’le buluşmuş, her iki ülkenin tarih, dil, din, yemek, müzik gibi birçok konuda ortak kültüre sahip olduğu vurgulanmış, İstanbul ve Ankara ile Şam ve Halep’te karşılıklı olarak kültür merkezleri açılması kararlaştırılmıştı.
İkili ilişkilerdeki bu olumlu hava ne yazık ki çok sürmedi. “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında başlıca hedef ülkelerden biri olan Suriye’nin 2011’den itibaren Batı destekli her türlü terör örgütüne karşı toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını savunma savaşı vermek zorunda kalmasıyla oluşan kaos ve şiddet ortamına, Türkiye’nin bu süreçte dış politikasındaki ısrarlı hataları eklenince temaslar tümüyle kesildi. Ne canlı ve dinamik bir sinema atmosferine sahip Şam Uluslararası Film Festivali bir daha yapılabildi ne de Türkan Şoray Suriye’de film çekmek arzusunu gerçekleştirebildi. Bir sinemasever ve eleştirmen olarak en büyük arzumun, Suriye’nin terörden tamamen temizlenmesi, Şam’ın yeniden coşkulu festival günlerine dönmesi, Türk ve Suriyeli sinemacıların yeniden aynı masa etrafında buluşabilmesi ve İstanbul’da kaliteli ve gerçek Suriye sineması örnekleri seyredebilmek olduğunu söyleyebilirim.
Leave a Reply